ÖZ
Çocuk eğitimi, üzerine dikkatle düşünülmesi gereken önemli konulardan biridir. Bir çocuğun bedensel ve psikolojik olarak sağlıklı olması demek, toplumun da sağlam temeller üzerine kurulması demektir. Bu nedenle, aileden sonra okullarda verilen eğitim geleceği planlamak için önemli bir eşiktir. Eğitim sürecinde kullanılan kitaplar ve uygulanan müfredat ise nasıl bir çocuk ve toplum yaratılacağının anahtarıdır. Bu makaleye konu olan Meşrutiyette Terbiye-i Etfal kitabı da bu çerçevede değerlendirilmelidir. 1327 [1911] yılında Şahabettin Süleyman ve Mehmet Fuat Köprülü tarafından yazılan kitap, rüştiyelerin birinci sınıfında okutulmak maksadıyla hazırlanmıştır. Söz konusu tarih, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimdeki ağırlığının artmaya başladığı ve milliyetçi duyguların da uyanış evresinde olduğu bir tarihtir. 1912’deki Balkan Savaşları’ndan sonra bu uyanış hızlanacak ve millileşme politikaları görünür olacaktır. 1911 yılındaki bu kitap, henüz bu aşamada olmasa da “makbul” bir vatandaş yaratmak üzerine temellenir. Üstelik kitap; İkinci Meşrutiyet’in ilk dönemlerini anlamak, Balkan Savaşları’nın yarattığı değişimi fark etmek ve Cumhuriyet dönemine devredecek politikaları keşfetmek için incelenmeye muhtaçtır. Bu makalede de daha önce hakkında herhangi bir çalışma yapılmamış, Latin harflerine aktarılmamış Meşrutiyette Terbiye-i Etfal adlı ders kitabı incelenecek ve bu sayede kitabın vermeye/aktarmaya çalıştığı bilgiler ve kullandığı hikâyeler, şiirler üzerinden nasıl bir öğrenci/vatandaş yetiştirilmeye çalışıldığı analiz edilecektir.
Giriş
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığını kabul ettiği ve bunun için adımlar atmaya başladığı en uzun yüzyıllardandır. Bu adımlar ilk olarak askerî, idarî ve malî alanlarda atılır; ancak bunlar da başlı başına yeterli önlemler değildir. Tam anlamıyla bir değişim ve dönüşüm, her şeyin temeli olan eğitim ile mümkün olabilir. Osmanlı’da modern anlamda eğitim kurumları açılmadan önce eğitim, medrese ve sıbyan mektepleri ile yürütülmektedir. Bu okullarda dinî[1] bir eğitim verilmekte ve giderleri de çeşitli vakıflar tarafından karşılanmaktadır. Devlet tarafından belirlenmiş bir müfredatı olmayan bu okullar, yapılmaya çalışılan reformlardan uzaktır ve değişim ihtiyacını karşılamamaktadır. Bu nedenle II. Mahmut döneminde (1839) sıbyan mekteplerinin durumu ele alınır ve bunların yanına rüştiyeler[2] eklenir (Kodaman, 1991: 58). Bu devirde, müfredat açısından pek fazla yenilik yapılmasa da eğitim konusunda düzenlemelere ihtiyaç olduğunun farkına varılması önemli bir eşiktir.
Eğitim konusunda tartışmalı gelişmelerin olduğu yıl 1856’dır. Bu yıl ilan edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın aksine eğitim konusunda düzenleme yapar. Bu düzenleme, azınlıklarla ilgilidir ve onlara okul açma yetkisi verilir. Ancak bu yetki, “fakat bu makûle mekâtib-i umûmiyenin usûl-ı tedrisi ve muallimlerinin intihâbı âzâsı taraf-ı şâhânemden mansub muhtelit bir meclis-i maarifin nezâret ve teftişi tahdında olması” sözleriyle sınırlandırılır ve bu okullara denetim yapılacağı vurgulanır (Akt. Gümüş, 2008: 224). Fermanın getirdiği bu ayrıcalık ile yabancıların ve azınlıkların açtığı okulların sayısı giderek artar. Öyle ki 1824’ten 1886’ya Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan okullarının sayısı 400’e ulaşır (Ortaylı, 1992: 88). Mevcut durum, sıbyan mektepleri ve rüştiyelerdeki eğitimin yetersizliğini ortaya dökmekte ve kaçınılmaz bir reform politikasını gerektirmektedir.[3] Fermanın ardından 1857’de Maarif-i Umumiye Nezareti’nin kurulması, eğitimi sistemli hâle getirmeden modern olmanın mümkün olmadığını gösterir. 1859’da kurulan Kız Rüştiyesi de yeni bir dönemin habercisidir (Unat, 1964: 43-44).
Bu gelişmelerin dönüm noktası ise 1869 yılında hazırlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’dir. Fransa Eğitim Bakanı Jean Victor Duruy’un etkisiyle hazırlanan bu nizamname, eğitimi modern bir çerçevede sistemleştirmesi açısından dikkat çeker. Bu nizamnameyle ilkokul eğitimine ağırlık verilir ve dinî içeriğin yanına dünyevî dersler de eklenir. Aynı zamanda eğitimin bütün köy ve kasabalara yayılması kararı alınır. Nizamnamenin en önemli kısmı ise bütün devlet okullarının, özel okulların ve yabancı okulların tek bir yasa etrafında birleştirilmesidir (Somel, 2015: 122-123). 1872’de de “usûl-ı cedîd” denilen yeni tarzda eğitim yapan iptidailerin açılması ve bir süre sonra bunların sıbyan mekteplerinin yerini alması, modernleşme yolunda atılmış adımlardır (Kodaman, 1991: 68-69). 1874’de açılan idadileri ve Darülmuallimat (1870), Darülfünun (1871-1872), Darüşşafaka (1873) gibi okulları da bu çerçevede değerlendirmek gerekir (Kodaman, 1991: 27).
Yukarıda bahsettiğimiz okulların açılmasının yanında bu okullarda okutulan kitapların içerikleri de ayrıca önemli bir konudur. Bu kitapların içerisindeki tarihi bilgiler, hikâyeler, şiirler vs. başlı başına bir devri ve o devrin sosyal, siyasî ve ekonomik yapısını aksettirir. Neticede okul, öğrencilere bilgi kazandırmanın yanında onları topluma entegre eden ve çoğu zaman da geleceğin yetişkinlerini inşa eden bir kurumdur. Nitekim bu durum, sıbyan mekteplerinde, rüştiyelerde ve idadilerdeki müfredatların sık sık değiştirilmesinde somutlaşır. Her değişim ise ister istemez belirli bir ideolojinin/iktidarın düşüncelerinden izler taşır. Makalede incelenen Meşrutiyette Terbiye-i Etfal (1911) adlı ders kitabı da rüştiyelerin birinci sınıfında okutulmak üzere hazırlanmıştır. Belirtilen yıl, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimdeki ağırlığının görünür olmaya başladığı ve milliyetçi duyguların da uyanmaya çalıştığı bir dönemdir. Özellikle İttihat ve Terakki’nin Hürriyet ve İtilaf Fırkası karşısında bir oy farkla aldığı yenilgi, bu sertleşme politikasında etkili olur. 1912 yılındaki Balkan yenilgisi ve Bab-ı Âli baskını Fırka’nın Meclisi feshetmesiyle sonuçlanır (Tunaya, 1988: 6-8). Bundan sonra daha sert, daha milliyetçi bir yönetim anlayışı benimsenir. İşte bu makalede incelenen ders kitabı da İttihat ve Terakki Fırkası için önemli olayların başlayacağı bir yılda yayımlanır. Bu açıdan kitapta belirli bir ideolojiyi ve iktisat politikasını görmek mümkündür. Üstelik İkinci Meşrutiyet Dönemi olarak adlandırılan 1908-1918 arası dönem, Tarık Zafer Tunaya’nın meşhur ifadesiyle “siyasî laboratuvardır” ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu bu çerçevede düşünmek gerekir (2004: 84). Bu sebeple İkinci Meşrutiyet döneminde yazılan eserlerin[4], okullarda okutulan kitapların içerikleri önemlidir. Bu makalede de daha önce hakkında bir çalışma yapılmamış, Latin harflerine aktarılmamış Meşrutiyette Terbiye-i Etfal adlı ders kitabı incelenecek ve kitabın içerisinde verilen bilgiler, hikâyeler, şiirler üzerinden nasıl bir öğrenci/vatandaş yetiştirilmeye çalışıldığı analiz edilecektir.
Bir “Vatandaş” Yaratmak
Bir çocuğu büyütmek, yetiştirmek ve onu topluma yararlı bir birey hâline getirmek 18. yüzyıldan sonra giderek ağırlık kazanmış bir konudur. Bu yüzyıldan sonra çocukların, yetişkinlerin küçülmüş hâli olmadıkları fikri anlaşılır ve onların da kendilerine ait bir dünyaları olduğu kabul edilir. Bu farkındalık çocukların kılık kıyafetlerinde, oyuncaklarında ve isimlerinde rahatlıkla gözlemlenebilir (Öztan, 2011: 21).[5] Bundan sonra “çocuk”, “çocukluk” ve “çocuğun dünyası” kavramları üzerine daha çok düşünülür ve çocukların eğitimine ağırlık verilir. Bu gelişmelerde Jean-Jacques Rousseau’nun Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eserinin etkisi ise yadsınamayacak düzeydedir. Rousseau, 1762 yılında yayımladığı bu eserde Emile adlı hayali bir erkek karakter yaratır ve bu karakterin nasıl eğitilmesi gerektiğini aşama aşama anlatır. Bunu yaparken de yazarın bir öğretmen, bir ebeveyn edası takındığı ve bu kitabı okuyacaklar için bir rehber olma kaygısı taşıdığı belirgindir. (2011: 20-21). İslam bilginleri de yüzyıllardır “çocuk terbiyesi” ile ilgilenmiş ve bu konuda önemli eserler yazmışlardır. Sadi’nin Gülistan’ı (1258), Nabi’nin Hayriye’si (1701), Vehbi’nin Lütfiye’si (1791) akla gelen ilk eserlerdir (Araz, 2022: 126-128). Bahsedilen bu eserlerin ortak noktası; çocuğu çalışkan, dürüst, ahlaklı bir birey yapmak ve onu çevresiyle uyumlu hâle getirmektir. Bu açıdan terbiye kitapları eğitime aile içerisinden başlar ve giderek toplumsal bir düzeni inşa eder. Okullarda okutulan ders kitapları da aynı politikayı benimser ve adım adım bir çocuğu “iyi bir evlat, iyi bir öğrenci ve iyi bir vatandaş” hâline dönüştürür. Bu konuda en kararlı politikayı uygulayan ve yurttaşlık eğitimini zorunlu ders kapsamına alan ülke ise Fransa’dır. 1789 sonrası Fransa’sı için önemli olan “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” ilkeleri etrafında geleceğin vatandaşlarını, askerlerini yaratmaktır (Üstel, 2016: 7-18). Bu sebeple, okullarda müfredata dâhil edilen derslerin, kitapların bir nesil yaratma konusunda önemli bir işlevi vardır.
Batı’da özellikle de Fransa’daki gelişmeleri takip eden Osmanlı aydını için de “çocuk, okul ve eğitim” birbirinden ayrılamayacak unsurlardır. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla doğan özgürlük ortamı, bu konudaki faaliyetlerin artmasını sağlar. Bunun en tipik örneği, Malumat-ı Medeniye ve Ahlakiye ve İktisadiye adlı dersin ve bu çerçevede yazılan ders kitaplarının müfredata eklenmesidir (Üstel, 2016: 23). Bu dersler, öğrencilere “aile, okul, vatan” sevgisi aşılayarak onları ideal vatandaşlar hâline getirmeye çalışır. Bu kitaplardan biri de 1327 [1911] yılında Necm-i İstikbal Matbaası’nda basılan Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’dir. Şahabettin Süleyman ve Mehmet Fuat Köprülü tarafından yazılan kitap, İstanbul Maarif Müdüriyetinde oluşturulan bir komisyonun kararıyla rüştiyelerin birinci senesinde okutulmak üzere kabul olunur. Kitapta ilk dikkat çeken nokta, yukarıda bahsettiğimiz sıraya uygun bir çocuk inşa etmektir. Bu nedenle kitapta aile, mektep ve vatan vurgusu ağır basar. Bu kısımlar anlatılırken didaktik bir üslûbun benimsendiği; ancak resimlerle ve sorularla bu üslûbun yumuşatılmaya çalışıldığı gözlemlenir. 198 sayfadan ve 62 başlıktan oluşan kitap, konuları bakımından gruplandırıldığında çocuklara çalışkan olma bilinci kazandırmayı önde tutar. Kitabın “Aile”, “Mektep” ve “Vatan” adlı ilk üç başlığı bu konuda bir zemin oluşturur. Bu üç bölüme göre; çocuk, ebeveynlerini ve kardeşlerini sevmeli, onlara hürmet göstermelidir. Aileyi sevmek dünyadaki en iyi şey olarak anlatılır. İkinci olarak çocuk; okulunu, öğretmenini ve arkadaşlarını sevmelidir. Bu sevgi de ailedeki sevgi kadar önemlidir; çünkü okul bir çocuğun ikinci ailesi sayılır. Hatta öğretmen, çocuğun “ikinci babası” olarak anılır. Üçüncü olarak ise bir çocuk vatanını sevmeli ve onun için çalışmalıdır. Vatan; bizleri besleyen, koruyan mukaddes bir topraktır ve çocukların ailelerine, öğretmenlerine olduğu gibi vatanlarına da borçları vardır. Bu borcu ödemenin tek yolu ise çalışmak ve daima çalışmaktır. “Ey büyük Osmanlı vatanının genç evladı, çalış!” sözleriyle vurgulanan bu kısım, çocuklara neden çalışmaları gerektiğini hatırlatan en vurucu kısımdır (Süleyman-Köprülü, 1327: 8). Kitapta çalışkanlık vurgusu yapılırken dikkat çeken nokta ise çiftçilerin sık sık gündeme getirilmesidir. Ailelerine bakan, vatanlarına hizmet eden kişiler olarak yansıtılan çiftçiler, vatanın aydınlık yüzleridir ve neredeyse her hikâyede kullanılırlar. Bir çocuk da çiftçi gibi olmalı, daima çalışmalı ve üretmelidir.
Kitap, bu temelleri attıktan sonra çocuklara öğrenmeleri gereken temel bilgileri aktarır. Bunlar da hayvanların bir lisanı olup olmadığı, ilk insanların nasıl yaşadıkları, isim, sıfat, zamir, fiil gibi dil bilgisi konuları ve arz, kamer, şems, gece-gündüz, mevsim oluşumu gibi fennî konulardır. Ayrıca barutun, pusulanın, matbaanın icadı ve yönlerin tanıtılması ve nasıl bulunacağının anlatılması rüştiyeli öğrenciler için faydalı bilgilerdir. Bu bilgileri verirken yer yer kişileştirme sanatına da başvurulur. Mesela “Bir Çivinin Hikâyesi”nde küçük bir çivi, demir madenleri arasından bugünkü görüntüsüne uzanan serüvenini anlatır. “Teneffüs” başlığında ise havanın insan yaşamı için önemine değinilir. Bu konu, “[H]avanın girmediği yere doktor girer.” sözüyle taçlandırılır (Süleyman-Köprülü, 1327: 106). “Bir Parça Şekerin Tahlili”nde şeker ve kömür üzerinden deney yapılarak çocuklara basit cisimler ve birleşik cisimler öğretilir. Bu açıdan I. Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında dinî telkin ağır basarken II. Meşrutiyet sonrası pozitif bilimlere ağırlık verilir (Doğan, 1994: 119). Üstelik kitap, bu bilgileri aktarırken her bölümün sonuna “Talim” adlı bir kısım koyar. Bu kısımda öğrenciye metinle ilgili sorular sorulur ve çocuğun okuduğunu anlama seviyesi ölçülür:
“Talim- Cihat-ı erbaa nedir? Nasıl bulunur? Neye yarar? Gündüz yolunuzu nasıl tayin edersiniz? Gece ne yaparsınız? Kutup yıldızını nasıl bulursunuz? Hava bulutlu olduğu vakit ne gibi şeylerle yolunuzu bulursunuz? Bu dört noktadan başka noktalar var mıdır? Yelkovan nedir? Neye yarar? Rüzgârgülü neye derler? Pusula nedir?” (Süleyman-Köprülü, 1327: 76).
Aynı zamanda “Talim” adlı bu kısım, sadece öğrencilere yönelik değildir. Zaman zaman öğretmenlere de “Muallim efendiler, ziraatın ehemmiyetine, bugünkü terakkisine dair talebeye malumat-ı muhtasara ita etmeli ve her şakirdin derece-i zekâsına göre güç veya basit sualler tertip etmelidir.” şeklinde tavsiyeler verilir (Süleyman-Köprülü, 1327: 34). Böylece Meşrutiyette Terbiye-i Etfal hem öğrenci hem de öğretmen kitabı olarak işlevseldir.
Kitapta ısrarla üstünde durulan konu ise Osmanlılar ve Osmanlı olmaktır. Kitabın 1327 [1911] yılında yazıldığı göz önünde bulundurulduğunda bu vurgunun olağan olduğu görülebilir. 1911 yılı, Balkan Savaşları’nın henüz başlamadığı ve milliyetçiliğin tam anlamıyla yükselişe geçmediği bir dönemdir.[6] Bu nedenle kitap boyunca Osmanlılık vurgusu, beylikten İmparatorluğa dönüşen şanlı bir tarihi hatırlatmak maksadıyladır. Aynı zamanda vatanı sevmenin en önemli koşulunun tarihini bilmek olduğu söylenir. Bu sebeple çocuklara Süleyman Şah, Ertuğrul Bey, Osman Gazi ve Orhan Gazi uzun uzun tanıtılır ve onların cesur, sadık, ahlaklı oluşları övülür. Bu özellikler üzerinden de bu atalardan gelen çocuklara onlara benzemeleri yönünde tavsiyelerde bulunulur. Özellikle Fatih Sultan Mehmet, çocuklara bir rol model olarak gösterilir. Fatih, İstanbul’u fethederek büyük bir başarı kazanmıştır; ancak onun da bundan önce başarısızlıkları olmuştur. Kitapta bu detayın verilmesi çocuklara zorluklar karşısında yılmamaları gerektiğini hatırlatmak içindir. Neticede sekiz yıl boyunca kuşatma altında olan Bursa’nın alınması ve İstanbul’un zorlu bir süreçten sonra fethedilmesi atalarımızın ne kadar sabırlı, yılmaz ve zeki olduklarını gösterir. Bir yandan da kitabın amacı, çocukların kafasında bir Osmanlılık düşüncesi yaratmaktır. Bunun için yapılacak en iyi şey, Osmanlı olmanın farklı dinler ve kültürlerden oluştuğunu çocuğa kavratmaktır. Örnek olarak Gazi Mihal ve Avranos gibi Hristiyan kökenli isimlere yer verilir. Bu sayede çocuk, İmparatorluğun ne kadar geniş ve çok kültürlü bir yapıya sahip olduğunu anlayacak ve onun gücü karşısında büyülenecektir. Aynı zamanda bu duygu, geniş topraklara yayılma üzerinden de desteklenir. Barbaros Hayrettin Paşa’nın denizlerdeki başarısı, Süleyman Paşa’nın Rumeli’ye geçişi sağlaması buna örnektir.
Kitapta geniş yer kaplayan konulardan bir diğeri de spor ve sağlıktır. “Teneffüs”, “Eski Zamanlarda İdman”, “Hıfzısıhha”, “Gıda” başlıkları birebir bu konulara odaklanır. Çocuklara çalışmanın ne kadar önemli olduğunu anlatan bu kitap, dinlenmenin de en az onun kadar gerekli olduğunu hatırlatır. Çünkü dinlenmek vücudun ve zihnin canlanması için bir ihtiyaç olarak gösterilir. Bunun için eski zamanlarda insanların nasıl spor yaptıklarından bahsedilir. Özellikle Romalıların ve Yunanların vücutlarını kuvvetlendirmek ve savaşa hazırlanmak için yaptıkları pehlivanlık, koşmak, sıçramak, yüzmek, ata binmek, araba kullanmak, demirleri kaldırmak gibi sporlarından bahsedilir. Fransızların da vücudu kuvvetlendirmek için soğuk su ile yıkanma, yürüme ve yüzme adetleri övülür. Osmanlıların ise cirit, at yarışları gibi oyunlarla ün saldıkları; ancak bir süredir bu sporlardan uzak kaldıkları söylenir. Birkaç seneden beri müfredata konulan jimnastik usulünün bu açığı kapatacağı umut edilir.
Rüştiyelere jimnastik derslerinin eklenmesi ise 1869 yılında uygulamaya konulan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin 23. maddesiyle olur (Kodaman, 1991: 93). Bundan önce jimnastik dersleri sadece askerî okullar ve Mekteb-i Sultani gibi sivil okullar bünyesinde uygulanmıştır (Akın, 2019: 50-51). Bu okullarda ders veren ve eğitim alan kişilerin konferansları, kitapları ve yazıları ile jimnastik İmparatorluk geneline yayılır. Bu isimlerden biri, Mekteb-i Sultani’de jimnastik hocası Faik Ali [Üstünidman]’dan esinlenerek alana yönelen Selim Sırrı [Tarcan]’dır (Mutlu, 2020: 28-29). Tarcan 1909’da İsveç’e gider, orada jimnastik usulünü gözlemler ve edindiği bilgileri ülkesine getirir. Bu anlamda Tarcan’ın İsveç ziyareti, Osmanlı’da beden terbiyesi konusunda bir dönüşüm yaşanmasını sağlar. Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Mektebi’ni açması, Terbiye-i Bedeniye adlı eseri yazması, Terbiye ve Oyun dergisini çıkarması, İdman Bayramı’na[7] öncülük etmesi öğrendiklerini halka yayma çabalarıdır (Mutlu, 2020: 46-57, 80-81). İsveç jimnastiğinin ayırıcı özelliği ise basit bir beden terbiyesi olmaması, fiziksel ve psikolojik sağlığı bir bütün olarak görmesidir. Bu usulde güç, dikkat, denge, hız bir bütündür ve başarı birlikte uyum içinde çalışmaktan gelir (Mutlu, 2020: 176). Bu sebeple, rekabete dayalı Fransız ve Alman usulü jimnastik terk edilir ve İsveç jimnastiğinin birleştirici sistemi benimsenir.[8] İttihat ve Terakki Fırkası da özellikle 1912 yılından sonra jimnastik dersinin önemini kavrar. Bu bilinçlenmede ordunun Bulgar ve Yunan orduları karşısında zayıf kalması ve peş peşe gelen yenilgiler etkili olur (Mutlu, 2020: 274). Bu başarısızlıkları ve zayıflıkları ancak koordineli çalışmak ve sağlam bir vücut alt edebilir. Bu dönemde sporun kız okullarına ve köylerdeki okullara yayılması için de bir seferberlik başlatılır. Sağlam bir ordu, sağlam bir beslenme ve spor programı ile mümkündür. II. Meşrutiyet döneminde temelleri atılan bu konu, Cumhuriyet döneminde “gürbüz ve yavuz evlatlar” politikası içerisine yerleştirilir ve ulus-devletleşme sürecinin faaliyet alanlarından biri hâline gelir.[9] Sağlıklı olmanın tek yolu, spor yapmak değildir. Aynı zamanda sporu sağlıklı bir beslenme programı ile de desteklemek gerekir. Meşrutiyette Terbiye-i Etfal kitabında da sağlam bir vücut ve zihin için yediklerimize dikkat etmemiz öğütlenir. Kitapta zararlı yemekler yemek, çürük tahtalarla bina yapmaya benzetilir. Bu yüzden çocuklara börek, tatlı, şekerleme yememeleri bunların yerine meyve, sebze, yumurta yemeleri öğütlenir. Fiziksel sağlık için abur cuburdan uzak durmak öğütlenirken zihinsel sağlık için de zararlı ve ahlak bozucu oyunlardan, kitaplardan uzak durulması istenir.
İdareli olmak da kitapta vurgulanan konulardandır. Bir sonraki başlıkta incelenecek “İdareli Olunuz” ve “Hindi Ayağı” hikâyeleri çocuklara gereksiz yere para harcamamak fikrini çeşitli örneklerle anlatır. Kitabın son kısmı ise “Meşrutiyet” başlığına ayrılır. Bu başlıkta çocuğa meşrutiyetin nasıl bir yönetim tarzı olduğu anlatılır. Padişahın mutlak yetkilerini kısıtlayan ve millet meclisini daha etkin kılan bu yönetim şekli ideal gösterilir. Meşrutiyet’in Kanun-ı Esasi üzerine inşa edildiği ve bunun da “hürriyet, uhuvvet, müsavat” demek olduğu belirtilir. Bu kelimeler tek tek açıklandıktan sonra hepimizin meşrutiyet için ölüme hazır olduğu vurgusu yapılır. Yönetim şekillerine özellikle 1908 sonrası ders kitaplarında sıklıkla yer verilir ve mutlakıyet yönetiminin zararları anlatılır (Doğan, 1994: 49). Bu kitapta mutlakıyet yönetimine veya diğer yönetim sistemlerine değinilmez, padişaha herhangi bir eleştiride bulunulmaz. Dikkat çeken tek nokta, meşrutî yönetimin övülmesi ve ideal gösterilmesidir.
Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de eksik olan kısımlardan biri, hayvan sevgisine odaklanmamasıdır. “Hayvanların Lisanı” ve “Hayvanlarda Sevki Tabii” başlıklarında hayvanlara yer verilse de bu, çocuklara hayvan sevgisi aşılayacak bir eksende değildir. İki başlıkta da hayvanların kendilerine ait bir lisanları ve dünyaları olduğu vurgulanır. Bu dünya da acımasızlığıyla ön plana çıkarılır. Yavrularını yırtıcı kuş saldırılarına karşı uyaran tavuklar, av köpeklerinden kaçan tavşanlar, tavukları kümesten çıkarmak için horoz sesini taklit eden tilkiler gibi oldukça realist bir anlatım mevcuttur. Bu noktada Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de hayvan sevgisine odaklanılmadığı, bunun yerine hayvanların pek çok konuda örneklendirme maksadıyla yer aldığı görülür. Özellikle “Teşrin-i Evvel”, “Teşrin-i Sani” gibi ayların ve tabiatın tanıtıldığı kısımlarda kırlangıçlardan, kurbağalardan, kuzulardan, arılardan bahsedilir. Ancak bunlar daha çok tabiat dekoru olarak yansıtılır ve çocukların bu hayvanlara nasıl davranmaları gerektiğine dair öğütler yoktur. Kitapta yer alan hikâyelerde veya şiirlerde de bununla ilgili bir konuya yer verilmez. Sadece “Sümüklü Böcek” adlı hikâyede dersini ezberlemekte zorlanan bir çocuğa yaşlı bir kadının duvardaki sümüklü böceği örnek göstermesi dikkat çeker. Kadına göre hayvan, nasıl yavaş yavaş ilerliyorsa çocuk da yavaş yavaş ilerlemeli ve dersini ezberlemelidir. “Hindi Ayağı” başlığında ise ölmüş bir hindinin ayağından oyuncak yapan ve bunu da arkadaşına satmaya çalışan bir çocuğun kurnazlığı anlatılır. Bu hikâye, hindiye uygulanan kötü muameleye yer vermez ancak arka plan düşünüldüğünde bir şiddetin söz konusu olduğu anlaşılır. “İsim, Sıfat, Zamir” başlığında da çocukların zamir konusunu anlamaları için verilen örnekte Mehmet adlı bir çocuğun bir kediye tekme attığından bahsedilir. Ancak bunun kötü bir davranış olduğundan bahsedilmez, sadece konu için bir örnek vasfını taşır. Üstelik bu konu, şiirler üzerinden de desteklenmez.
Hayvanlara olduğu gibi doğaya dair de kitapta bir hassasiyetin olmadığı gözlemlenir. Ağaçlar, kuşlar, tarlalar, ormanlar örnek verilse de odaklanılan nokta faydacılıktır. Metinlerde ormanlar, bize kışlık yakacak odun sağlayan yerler; tarlalar, buğday başaklarıyla dolu velinimetimiz ve ağaçlar da olgun meyveleriyle bizleri besleyen aracılardır. Doğada dikkat çekilen daha çok bunları işleyen çiftçiler ve çiftçilerin kullandıkları aletlerdir. Bu açıdan kitap, 1911 yılında doğaya ve hayvana nasıl bakıldığına dair bir ipucu sunar. Bu devirde doğa, kontrol altına alınması/işlenmesi gereken bitmez tükenmez bir kaynaktır ve hayvanlar da ayrıca önem verilen canlılar değildir.
Güdümlü Edebiyat
Rüştiyeli çocuklar için yazılan Meşrutiyette Terbiye-i Etfal adlı kitap, “makbul” vatandaş yaratma amacını şiir ve hikâyelerle de destekler. Bu noktada, değinilmesi gereken edebiyatın ne işe yaradığı ve okuru/toplumu nasıl dönüştürdüğüdür. Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabında bu meseleden yola çıkan Rita Felski, edebiyat ile okur arasındaki bağa odaklanır. Yazara göre “tanıma, büyülenme, bilgi, şok” olarak dört temel başlıkta ifade edilen bu bağ, önemlidir ve edebiyatın ne işe yaradığının da cevabıdır. Buna göre; kendimizi ve çevremizi tanımamızı sağlayan, yer yer bizi büyüleyen veya şok eden edebiyat eserleri bilginin de temel kaynaklarıdır (Felski, 2010: 25). Edebiyat; durağan değil harekete geçiren bir etkiye sahiptir. Bu sebeple, edebiyat eserinin sadece estetik değil toplumsal bir değeri de vardır. Halka benimsetilmek istenen bir düşünce ya da sorgulanması istenen bir fikir edebiyat metinlerinde kendine yer bulabilir. Özellikle zihinleri boş bir levha kabul edilen çocuklar için edebiyat hem eğitici hem de estetik yönüyle bir okuldur. Bunun bilincinde olan Meşrutiyette Terbiye-i Etfal kitabının yazarları Şahabettin Süleyman ve Fuat Köprülü, aktarmak istediklerini şiirler ve hikâyeler üzerinden desteklerler.
Kitapta en çok faydalanılan şair ve yazar ise Mehmet Emin Yurdakul’dur. 5 şiir ve 1 hikâyeyle kitapta yer alan Yurdakul, çocukların da kolaylıkla anlayabileceği bir isimdir. Şairin, yazdıklarındaki öğretici hava ve tekrarlar çocuk okurların sosyal ve duygusal gelişimlerine hitap eder. Ancak bu durum, kitaptaki Mehmet Emin şiirlerinin fazlalığını açıklamak için yetersizdir. Bunun için Mehmet Emin’in İttihat ve Terakki üyesi olduğunu ve Meşrutiyette Terbiye-i Etfal yazarlarından Fuat Köprülü’nün de şairi yazdıklarından ötürü takdir ettiğini bilmek gerekir (Tansel, 1969: XLII). Mehmet Emin’i 3 şiir ile Ali Ulvi takip eder. Çocuklarımıza Neşideler (1912) kitabının yazarı, çeşitli okullarda görev yapmış ve ömrünü çocuklara adamış bir eğitimcidir. Üstelik Ali Ulvi’nin Çocuklara Rehber, Çocuk Bahçesi, Bahçe adlı çocuk dergilerinde de yazıları çıkmış, hatta şair bu dergilerde idari görevler de yapmıştır (Özmen, 2001: 21-23). Ali Ulvi’nin Çocuklarımıza Neşideler’ine öykünerek Şermin’i (1914) yazdığı söylenen Tevfik Fikret ise kitapta 1 şiiri ile yer alır.[10] Üç ismin ortak noktası; vatan, bayrak sevgisine önem vermeleri ve birlik, beraberlik çağrısı yapmalarıdır. Bu açıdan Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’e Mehmet Emin’in, Ali Ulvi’nin ve Tevfik Fikret’in seçilmesi hedeflenen eğitime uygundur.
Ders kitabında Osmanlılık vurgusu, -yukarıda da bahsettiğimiz gibi- en çok dikkat çeken kısımdır. Bunun için Mehmet Emin’in 1897 yılında Asır gazetesinde çıkan “Cenge Giderken” şiirinden faydalanılır. Şiiri Osmanlı-Yunan Savaşı üzerine yazan Mehmet Emin, daha önce yazdığı şiirlerle birlikte bunu da 1898’de çıkan Türkçe Şiirler kitabının içine alır. Mehmet Emin’e duru bir Türkçe ile yazdığı ve hece ölçüsü kullandığı için “Türk şairi”, “milli şair” denir. Bu açıdan Mehmet Emin, millî edebiyat cereyanının da öncü isimlerinden biridir. Ancak Meşrutiyette Terbiye-i Etfal kitabında Mehmet Emin’in şiirinde bazı değişiklikler yapılır. Bu değişikliklerin başında “Cenge Giderken” şiirinin meşhur mısraı “Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur.”, “Osmanlıyım, dinim, cinsim, uludur.”a dönüştürülür. Aynı şekilde şiirin “Türk evlâdı evde durmaz, giderim!” kısmı da “Osmanlılar evde durmaz, giderim!” olarak ifade edilir (Süleyman-Köprülü, 1327: 179). Bu değişiklik, toprak kayıpları ve ayrılıkçı hareketlerle sarsılan İmparatorluğun son çırpınışları olarak değerlendirilebilir. Osmanlılık vurgusu Ali Ulvi’nin “Muharebeden Sonra” şiirinde de görülür. Bu şiir, Çocuklarımıza Neşideler kitabının içine alınmadan önce Tedrisât-ı İbtidaîyye Mecmuası’nda yayımlanır.[11] Bu şiirde de “Hiç yanından ayrılmazmış, koca Osmanlı: Memiş…” kısmı ile Osmanlılık vurgusu yapılır (Süleyman-Köprülü, 1327: 87). Ancak bu kısım günümüzde “Hiç yanından ayrılmazmış, koca Türkoğlu ‘Memiş’” olarak bilinir. Sonraki yıllarda yapılan bu değişiklik, Osmanlılık düşüncesinin başarılı olmadığını ve Türkçü bir politikanın benimsendiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu iki şiirin yanına Tevfik Fikret’in “Hep Kardeşiz”i[12] de eklenir ve böylece tekrarlar üzerinden verilmek istenen düşüncenin altı çizilir. Bu şiirde “Ayrı gayrı ne bilmeyiz/Farkımız yok, hep bir eşiz” mısralarıyla Osmanlı içindeki tüm unsurların eşit olduğu vurgusu yapılır.[13] Böylece kitabın Osmanlılar başlığında bahsedilen çok kültürlülük vurgusu bir şiir üzerinden örneklendirilir. Şiirin “Yaratmış bizi yaradan/Bir anadan, bir babadan/ Aynı toprak, aynı vatan/ Farkımız yok, biz bir eşiz/Hep insanız, hep kardeşiz” kısmı çocuklar için açıklayıcı niteliktedir (Süleyman-Köprülü, 1327: 114-115). Üstelik bu şiir, Darülmuallimin musiki öğretmeni Kâzım Uz ve Ermeni bestekâr Gomidas Vartabet olmak üzere farklı isimler tarafından bestelenir (Hacıosmanoğlu, 2021: 39).[14]
Mehmet Emin’in “Cenge Giderken” şiirindeki “İnsan olan vatanının kuludur.”, “Düşmanımı vatanıma saldırtmam.”, “Vatanımdan başka şey yok gözümde.” ifadeleriyle çocuğa vatanın yüceliği ve ona sahip çıkma fikri aşılanır (Süleyman-Köprülü, 1327: 179-180). Ali Ulvi’nin “Vatana Avdet” şiiri de bu konuda tipik bir örnektir. Vatanını özleyen ve ondan bir dakika bile ayrılmak istemeyen bir vatandaşın sesini aktaran şiir, “Sevgili vatanım, sevgili vatanım! /Feda olsun uğruna hem canım hem kanım…” mısralarıyla biter (Süleyman-Köprülü, 1327: 162). Kitapta öğretmenlerden de çocuklara bu şiirleri ezberletmeleri istenir:
“Talim- Muallim efendiler, bu manzumeyi talebeye ayrı ayrı okuttuktan sonra ‘usûl-ı keşfi ve tevlidi’ye ittibaen münasib sualler tertib etmeli ve talebenin bu hikâyeden bir netice-i ahlakiye çıkarabilmesine çalışmalıdır. Talebe okurken kavaid-i inşada usûl-ı tenkide riayet etmelerine dikkat etmeli, manzumeyi ondan sonra ezberletmelidir.” (Süleyman-Köprülü, 1327: 88).
Din konusu ise kitapta Mehmet Emin’in ilk defa 1897 yılında yayımlanan “Kur’an-ı Kerim” şiiri üzerinden aktarılır. Şiire göre; Kur’an, insana içini dışını öğreten, yürekleri iyilikle besleyen ve insanları düşünmeye sevk eden bir kitaptır. Bu kitap okundukça gökte, yerde, tende, canda bir yaratıcının olduğundan emin olunur. Yine Mehmet Emin’in “Cenge Giderken” şiirinde “Yaradanın[15] kitabını kaldırtmam” ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’in kutsallığına atıf yapılır. Üstelik yaratıcı kadar, Kur’an kadar yüce bir şey daha vardır ki o da vatan ve bayraktır. Bu sebeple vatan sevgisi ile din duygusu iç içe geçirilir. Ancak 1908’den sonra basılan ders kitaplarında dinî unsurlar, II. Abdülhamit dönemi ders kitaplarına göre azalır. Bu konuda ders kitaplarını kıyaslayarak bir inceleme yapan Nuri Doğan, I. Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında görülen besmele ve padişahı övme âdetinin 1908’den sonra bir iki örnek dışında görülmediğini tespit eder (1994: 73). Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de de besmele ile kitaba başlanmadığı, padişaha bir övgüde bulunulmadığı ve din vurgusunun da az olduğu gözlemlenir.
Çalışkanlık ise kitabın çocuklara kazandırmak istediği değerlerden bir diğeridir. Bu konu çiftçilik ile iç içe geçirilir ve Mehmet Emin’in ‘Çiftçilik’ şiiriyle de desteklenir. İlk defa Çocuk Bahçesi dergisinde 1905 yılında çıkan şiirde Mehmet Emin, çiftçiliği “büyük şey” olarak tanımlar ve çiftçilerin saban, orak, bel gibi aletlerini her ocağa/eve bereket saçan aziz aletler olarak görür (Süleyman-Köprülü, 1327: 124). Şairin gözünde çiftçiliği hor gören, demire değil altına rağbet eden kişiler “divane” ve “tembel” kişilerdir (Süleyman-Köprülü, 1327: 123). Mehmet Emin’in çiftçilere verdiği en büyük öğüt de ellerindeki sabanı asla bir altına değişmemeleridir. Kitap, bu şiiri vermeden önce “İlk İnsanlar”, “Çift Âleti”, “Âlet ve Edevatın Mebdei” başlıklarında çocuklara çiftçilikte kullanılan aletleri tanıtır. Bu sayede çocuk, Mehmet Emin’in şiirini daha iyi anlar ve yavaş yavaş çalışkanlık, çiftçilik ve ülke kalkınmasına dair bir fikre sahip olur. Yine Mehmet Emin’in ilk defa 1905 yılında Çocuk Bahçesi dergisinde yayımlanan “Demircinin Öğüdü” şiiri de çalışkanlık konusunu örneklendirmek için verilir. Bugün “Örs Başında”[16] başlığıyla bilinen bu şiirde bir oğul demirci olan babasına “Kalk, gidelim!” der. Ancak demirci daha ocaktaki demirleri dövmemiştir ve çalışması gerekmektedir. Bunun üzerine demirci oğluna çalışmanın önemine dair öğütler verir. Babaya göre kural bellidir: “Önce çekiç, alın teri; ondan sonra eğlence!..” (Süleyman-Köprülü, 1327: 96). Ali Ulvi’nin “Rüya” şiiri de aynı meseleyi pekiştirmek için kullanılır. Anlatıcı rüyasında çiftçinin, dokumacının ve ırgatın kendisi için artık iş yapmayacakları itirazıyla karşılaşır. Uyandığında ise yapayalnız kaldığını görür ve dışarıdan gelen insan seslerini dinler. Herkes bir işle meşguldür; dokuma tezgâhının ve tarlaların sürülme sesi ona huzur verir. Bundan sonra yalnız kalmamanın, birlik olmanın ve çalışmanın önemini anlar.
Kitapta yer alan “Bugünkü İşi Yarına Bırakma” hikâyesi de çalışkan olmayı çiftçilik örneği üzerinden anlatır. Hikâyede Çiftçi Mehmet, tarlasını sürme işlemini çeşitli bahanelerle erteler. Mehmet, boşluk bulduğu vakit ise tohum ekmek zamanının geçtiğini anlar ve o kış yiyeceksiz kalır. Hikâyenin sonu “Çocuklar, bir şey yapacağınız zaman onu derhal yapınız. İşlerini daima ertesi güne bırakanlar, hiçbir vakit onları bitirmeye muvaffak olamazlar!” uyarısıyla biter (Süleyman-Köprülü, 1327: 191). “Sümüklü Böcek” hikâyesinde ise yılmadan çalışmak sümüklü böceğin hareketleri üzerinden anlatılır. Hikâyede yaşlı bir kadın, dersini ezberleyemeyen çocuğa duvardaki sümüklü böceği örnek gösterir. Hayvan, hedefine yavaş yavaş ilerlese de vazgeçmediği için başarılı olur.
Çalışkan olmanın yanında idareli olmak da çocukların kazanmalarını istedikleri özelliklerdendir. Bu konu “İdareli Olunuz”, “Hindi Ayağı” ve “İnsaniyet” hikâyeleri üzerinden anlatılır. Bunlardan birincisi; Amerika’nın “en büyük âlimi” olarak vurgulanan Franklon’un başından geçen bir hikâyeye dayanır. Buna göre; Franklon, beş altı yaşlarındayken bir çocuğun elinde gördüğü düdüğü almak ister. Çocuk, Franklon’un bu arzusunu görünce ondan faydalanır ve düdüğü pahalıya satar. Hikâyenin Amerikalı bir âlim üzerinden anlatılması ise ona bilimsellik ve inandırıcılık katmak içindir. Anlatının sonunda Franklon, düdüğü çok pahalıya aldığını idrak eder ve bir daha böyle bir müsriflik yapmamaya karar verir. Benzer bir hikâye “Hindi Ayağı”nda da tekrar edilir. Böylece çocuklara “müsrif” kelimesinin ne olduğu öğretilir ve “[y]arın nadim olacağın bir şeyi bugün yapma!” çağrısı yapılır (Süleyman-Köprülü, 1327: 171). Tasarruflu olmak önemlidir ve İkinci Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında artarak vurgulanan bir konudur. II. Meşrutiyet öncesi iktisadi yaşama bakıldığında gelişime yönelik ciddi adımlara pek rastlanmaz. Özellikle sermayenin yetersizliği, şirketlerin kurulamaması ve otuz yıllık istibdat yönetimi girişimcilik konusunda bir erozyona yol açmıştır (Toprak, 1982: 40). Bu sebeple 1908-1913 arası liberal politikalar benimsenir ve yabancı sermaye ağırlıklı şirketleşme yoluna gidilir. Ancak Balkan Savaşları sonucu yükselen millileşme cereyanları İttihat ve Terakki’yi etkiler ve 1914’ten sonra “milli iktisat” politikası uygulanır. [17] Bundan sonra Müslüman-Türk unsurların ticarete atılması için çaba harcanır ve kapitülasyonlar da kaldırılır (Toprak, 1982: 49-58, 71). Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de görülen tasarruflu/idareli olma öğütleri de bu politikanın hazırlayıcısıdır. Neticede bireysel tutumluluk, sermaye birikimine sebep olacak ve bu da yabancı değil yerli kaynaklarla şirketlerin kurulmasını sağlayacaktır. Bunun için ihtiyacımız olan; çalışkanlık, tutumluluk ve girişimciliktir.
“İnsaniyet” hikâyesi de öğrencilerin dikkatini “alma, satma, değerlendirme” kavramlarına çeker. Her ne kadar hikâyede vurgulanmak istenen insaniyet, iyilik, yardımseverlikse de örnekler iktisadi göndermeleri içerir. Hikâyeye göre Çiftçi Hüseyin, şehirden getirdiği şeftalileri dört çocuğuna paylaştırır. Çocuklar daha önce şeftali yememişlerdir ve baba da çocukların kendi paylarına düşen şeftaliyi nasıl değerlendireceklerini merak eder. İlk çocuk, şeftaliyi yediğini ve çekirdeği toprağa diktiğini söyler. Bu açıklama üzerine baba, oğlunun iyi bir çiftçi olacağı yorumunu yapar. Neticede tarım önemlidir ve Osmanlı’da iktisadın hâkim unsurudur (Toprak, 1982: 31). İkinci çocuk, şeftaliyi yer ama çekirdeğini sokağa atar. Babaya göre bu iyi bir davranış değildir ve oğluna bir daha böyle yapmamasını tembihler. Çocuğun davranışı müsriflik örneğidir ve bu hem bireyi hem aileyi hem de ülkeyi zarara uğratan bir davranıştır. Üçüncü çocuk ise kardeşinin sokağa attığı çekirdeği kırıp yediğini, kendi şeftalisini ise arkadaşına sattığını söyler. Böylece çocuk şehre gittiğinde daha fazla şeftali alabilecektir. Babaya göre bu davranış, oğlunun ileride büyük bir tüccar olacağına işarettir. Dönem bağlamında düşünüldüğünde babanın çocuğu takdir etmesi ve gelecek vaat ettiğini belirtmesi yerindedir. Bu hikâyede üzerinde pek fazla durulmasa da sonraki yıllarda “teşebbüs-i şahsi” fikri daha çok vurgulanacaktır.[18] Dördüncü çocuk ise şeftalisini komşularının hasta oğlu Ahmet’e verdiğini söyler. Baba oğlunun bu hareketiyle duygulanır ve içlerinde şeftalisini en iyi değerlendirenin dördüncü çocuk olduğunu söyler. Hikâyenin sonundaki “Talim” kısmında muallim efendilerden bu hikâyeyi öğrencilere okutmaları ve onlara ayrı ayrı sorular sormaları istenir. Amaç, ahlaki bir çıkarım yaptırmak ve son tahlilde çocukların kendi meyvelerini nasıl değerlendireceklerine dair cevaplar almaktır.
Dostluk, arkadaşlık konusu ise çocuk eğitimi ile ilgili kitapların vazgeçilmez konularındandır. Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de “Fena Arkadaşlar” ve “Üç Dost” hikâyeleri bu konuya ayrılır. İlkinde içki içen arkadaşına uyan bir çocuk ve onun yaşadığı utanç anlatılır. Bu durum, bir iradesizlik örneği olarak sunulur ve çocukların böyle fena arkadaşlara uymamaları istenir. Benzer bir uyarı yeniçerilerden bahsedilen kısımda da yapılır. Kitapta bu konuya “[b]akınız nasıl olmuştur” diyerek detaylı yer verilir ve çocuklara ayrıca “[b]u sizin için bir derstir” uyarısı yapılır (Süleyman-Köprülü, 1327:142). Yeniçerilerin bozulmasının sebebi de aralarına karışan “arsız, acemi, ahlaksız ve fena” adamlardır. Üstelik bu adamlar talim görmeden, çalışmadan orduya dâhil olmuşlardır ve sonra da bu gelenek devam ettirilmiştir. Bir süre sonra da bütün yeniçeriler bozulmuş ve padişahın bile tahttan indirilmesini isteyen bir çeteye dönüşmüşlerdir. Kitabın bu kısmında “Beyaz üzüm kara üzüme baka baka kararır” sözü de hatırlatılarak çocukların fena arkadaşlara uymamaları istenir. Bu arkadaşlara uymanın bedeli ise birçok savaş, toprak kaybı ve iç karışıklıklardır. “Üç dost” hikâyesinde ise insanın en iyi dostunun yaptığı iyilikler olduğu söylenir. Para ve ebeveyn bizi terk edebilir, yarı yolda bırakabilir; ancak yaptığımız iyilikler dünyada olduğu gibi ahirette de destekçimiz olur.
Mehmet Emin’in “İhtiyar Değirmenci” hikâyesi ve “On Para Ver” şiiri de iyilik konusunu pekiştirmek için kullanılır. Hikâyede, “Moskof gavga”sının olduğu zamanlarda yaşlı ve yoksul bir kadına yardım eden değirmenci anlatılır. Böylece çocukların değirmenciyi örnek almaları istenir ve yoksulluğun savaşta alınan yaralardan da acı olduğu anlatılır. İlk defa 1905 yılında Çocuk Bahçesi dergisinde yayımlanan “On Para Ver” şiirinde de iyilik, dilenen bir adam üzerinden anlatılır. “On paracık sadaka ver, ihtiyarı sevindir” diyen bu adam, insanların ters sözlerine ve bakışlarına maruz kalır. Oysaki dilencinin eli tutmamakta, gözü görmemektedir. Anlatıcı, Allah’ın insanlara çalışırlarsa rızıklarını verdiklerini bilir. Ancak ya bu dilenci gibiler ne olacaktır? Bu yüzden şiirde dilencilerin itilip kakılmasına, azarlanmasına karşı çıkılır ve onların da herkes gibi bir ruhu olduğu vurgulanır. Bu yüzden yapılacak şey, düşmüşlere el uzatmak ve her gün gibi bugün de on para vermektir. Üstelik şiirin sonunda merhamet duygusunu uyandıracak bir ayrıntıya daha yer verilir. O da verilen sadakaların belki de çerden çöpten bir kulübe önünde bekleşen kaç çocuğa rızık olacağıdır. Böylece kitapta, çeşitli hikâyeler ve şiirlerden faydalanılarak çocuklar üzerinde duygusal bir etki yaratmak amaçlanır.
Sonuç ve Öneriler
Meşrutiyette Terbiye-i Etfal adlı ders kitabı, 1327 [1911] yılında Necm-i İstikbal matbaasında basılmıştır. Şahabettin Süleyman ve Mehmet Fuat Köprülü’nün ortak olarak yazdığı eser, rüştiyelerin birinci sınıfında okutulmak üzere İstanbul Maarif Müdürlüğü tarafından kabul olunmuştur. Kitap, 198 sayfadan ve 62 başlıktan oluşmaktadır. Bir ders kitabı olması sebebiyle Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de didaktik bir üslup dikkat çekmektedir. Ancak bu üslubu yumuşatmak için yer yer resimlerden, şiirlerden ve hikâyelerden faydalanılmıştır. Kitaptaki bu açılım sadece bir üslup yumuşatması sebebiyle de değildir. Neticede kitap, 1911 yılında basılmış ve bu yıl, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimdeki ağırlığını göstermeye başladığı bir yıldır. Bu sebeple eser, belirli bir dönemin/ideolojinin ürünüdür ve bu çerçevede bir öğrenci yetiştirmek gayesindedir. Buna göre kitap; öğrencilere aile, okul ve vatan sevgisi aşılamakta, onları pozitif bilimlere yöneltmekte ve çalışkan, ahlaklı, dürüst vatandaşlar olmalarını sağlamaktadır. Bunların dışında üzerinde en çok durulan konular Osmanlılık, çiftçilik, idareli olmak ve jimnastiktir. Osmanlılık fikri anlatılırken özellikle “cesur, sadık, ahlaklı, yılmaz” atalar anlatısı ön plandadır. Konu; Mehmet Emin’in “Cenge Giderken”, Ali Ulvi’nin “Muharebeden Sonra” ve Tevfik Fikret’in “Hep Kardeşiz” şiirleriyle desteklenir. Bu sayede çocuğun kafasında bütün unsurlarıyla var olan bir Osmanlı milleti düşüncesi pekiştirilmeye çalışılır. Çiftçilik konusu ise çalışkanlık anlatısıyla iç içe geçirilir ve Mehmet Emin’in “Çiftçilik”, “Demircinin Öğüdü” ve Ali Ulvi’nin “Rüya” şiirleriyle desteklenir. Aynı zamanda çeşitli hikâyeler üzerinden de çiftçilik/çalışkanlık vurgusu yapılır. İdareli olmak ise Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’in gündeme getirdiği bir diğer konudur. Müsrif olmak hem bireye hem aileye hem de devlete zarar veren bir özellik olarak anlatılır. Kitapta bir yerde geçmekle beraber ticaret kabiliyeti olan bir çocuk da övülür. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı sonrası öne çıkacak “teşebbüs-i şahsi” fikrini göstermesi açısından önemlidir. Ancak bu kitapta çiftçilik ön plandadır ve bu da o yıllarda iktisadı tarıma bağlı bir toplum için anlaşılır bir durumdur. Jimnastik ise fiziksel ve bedensel sağlık için vazgeçilmez bir unsur olarak anlatılır ve beslenmenin de bundaki payı ortaya koyulur. Bahsedilen konular, 1912 sonrası ders kitaplarında ağırlık kazanacak ve Cumhuriyet döneminde geliştirilerek devam edecektir. Kitapta az değinilen konular ise din ve yönetim şekilleridir. Din vurgusu, Mehmet Emin’in “Kur’an-ı Kerim” şiiri üzerinden yapılır. Daha çok iyilik, yardımseverlik bahislerinde dinî hassasiyetlere göndermeler yapılır. Yönetim şekillerine ise meşruti yönetimin ne olduğunun anlatılması ve övülmesi ile kısaca değinilir. Kitapta eksik olan iki konu ise hayvan ve doğa sevgisidir. Didaktik bilgilerin içinde bu konulara yer verilse de çocuğa sevgi aşılamak ön planda değildir. Hayvan ve doğa daha çok bir dekor olarak kullanılır. Bütün bu konular bir bütün olarak düşünüldüğünde Meşrutiyette Terbiye-i Etfal’de çalışkan, pozitif bilimlere aşina, idareli, sağlıklı bir bedene sahip bir Osmanlı vatandaşı yetiştirme amacı ön planda tutulur.
Etik Beyan
Bu çalışmada “Yükseköğretim Kurumları Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Yönergesi” kapsamında belirtilen tüm kurallara uyulduğu beyan edilmiştir.